Real Madrid – Manchester City: Don Quijote, Leviathan’a Karşı
Madrid seyircisi bir gariptir, hem matadorla güler hem de boğayla ağlar. Kazanmanın ve kaybetmenin ötesinde, layıkıyla sergilenmiş bir oyunu ararlar. Mağlubiyeti değil teslimiyeti ayıplar, kazanmayı değil mücadeleyi alkışlarlar. O yüzden, Real Madrid’in Manchester City’yle karşılaşacağı Şampiyonlar Ligi yarı final ikinci maçından önce seyirci hem tedirgin hem de gururluydu. İlk maçtaki bir farklı mağlubiyet yahut City’nin oyun gücü canlarını yeterince sıkmadı. Zira dünyanın en tehlikeli takımına deplasmanda üç gol atmanın gururunu yaşıyorlardı.
Dave Thompson AP
Madrid taraftarı deplasmanda aldıkları 4-3’lük skorla mutluydu çünkü sahada Madrid ruhunun geç de olsa ortaya çıktığını düşünmüşlerdi. Boğaları erken yara almış, ama savaşmaya devam etmişti. Yıllarca süren Guardiola yönetimindeki Barcelona dominasyonu boyunca çok değerli bir ders almışlardı. 29 Kasım 2010’da 5-0 kaybettikleri maçta boğa güreşini yakından tanıyan bu şehrin sakinleri; kendilerinin deneyimsiz bir boğa, Guardiola’nın ise ülkenin en yetenekli matadoru olduğunu anlayamamışlardı. Barcelona’nın meşhur tiki takası bir matadorun muletası gibi topu hızla döndürürken rakibini kızgın bir boğaya çevirmekten başka bir şey değildi. En sinirli ânınız ise en zayıf ânınızdı. Topa dokunamamanın mağlubiyet değil teslimiyet olduğunu bilen Madridliler yıllarca bu akıl oyununa yenik düşüp rakiplerine moral üstünlüğü vermişlerdi. Ta ki 21 Nisan 2012’de Mourinho, rakip muletasını dans ettirirken beklemenin, gerçek üstünlük olduğunu keşfedip Camp Nou’da Barcelona’yı mağlup edene kadar. Sadece üç gün sonra aynı taktikle Chelsea, Barcelona’yı Şampiyonlar Ligi’nin dışına itecekti. İspanyolların boğa güreşinden edindiği bir tecrübe varsa o da aynı boğayı arenaya iki kere sokmamaktı. Bir boğanın trajik ölümünü garantileyen tek şey arenadaki tecrübesizliğiydi. Bir kez matadorun yollarını öğrendikten sonra bir boğayı durdurmak mümkün değildi. Madridliler, İspanya’nın en yetenekli matadoruyla karşılaşmanın tedirginliği kadar tecrübeli bir boğaya sahip olmanın özgüveniyle ikinci maça geldiler.
Futbol analistleri için ise durum farklıydı. Onlar ilk maçı henüz açıklayabilmiş değillerdi. Belki de daha kötüsü, ilk maçtaki oyunu çoktan yanlış yorumlamışlardı. Temkinli yorumcular Madrid’in nasıl üç gol attığını anlayamadıklarını söylerken cesur olanları bir yığın metafizik metaforu üst üste dizmişti bile. Şans, forma ağırlığı, büyük takım genleri, mucize gibi kerameti kendinden menkul lafları tezgahlarına dizip alıcılarını beklediler. Oysa sahada aslında ne olduğunu açıklayamıyorlardı.
Bir şeyi ısrarla görmemek için, o şeyi görmemek üzere ehilce dizayn edilmiş bir görme yeteneği gerekir. İşte City- Madrid maçı yorumcularının başına gelen talihsizlik tam da buydu. Bir maçın nasıl analiz edilmesi gerektiğini iyi değil çok iyi öğrenmişlerdi. Bu yüzden kendi içinde tutarlı analizlerle gerçek bir sahada gerçek oyuncularla oynanan bu maçı yorumlamakta zorlandılar.
Guardiola’nın kusursuz kariyerindeki başarılarının arasına bir madde daha eklemekte yarar var. Guardiola, Barcelona’dan başlayarak ortaya koyduğu başarılarla birlikte futbolun taktik yönünü sıradan seyirciye öğreten kişi oldu. Guardiola’dan önce taktikler, teknisyenlerin işiydi. Sıradan bir futbol seyircisi ne formasyonları dert eder ne oyun planlarını anlamaya çalışır ne de maçları kare kare durdurup rakibin pozisyon almasına odaklanırdı. Guardiola, bildiğimiz anlamda futbolu yıkıp anlayamadığımız yeni bir paradigma ortaya koydu. Bu paradigma o kadar başarılı sonuçlar elde etti ki en sonunda hepimiz Guardiola’yı anlamak zorunda kaldık.
Guardiola’nın ilk işi atları, filleri, kaleleri, şahı ve veziri kutuya kaldırıp hepsinin yerine birer piyon koymak olmuştu. Futbol sahasındaki mutlak hakimiyetini her bir kareyi tek tek geçerken bir arada kalan, kompakt bir piyonlar topluluğundan alıyordu. Piyonların gücü bireysel farklılıklarından değil feda edilebilir ve değiştirilebilir olmalarından geliyordu. Bu yüzden Guardiola’nın oyunu nevi şahsına münhasırlığın reddiyesiyle adeta makineler ile insanlar arasındaki farkların görünmez hale geldiği Modern Times’ı andırır. Fordist galibiyetler üreten bu makine esasında hedefine en başta küçük üretim modellerini sindirmeyi alır. Futbol sahasında bireysel farklılıklar, görsel sanatların bir dalı gibi tezahür edebilir ancak sürdürülebilir başarıyı garanti etmez. Futbol endüstrisinin tekelci takımlarının kaybetmeyi riske edemeyeceği yıllarda Barcelona, fordist futbolun kalesi olmuştur.
Guardiola’nın mükemmelleştirdiği fordist futbola duyulan ihtiyacın sinyalleri esasında 2004’te verilmişti. Hem Monaco ile Porto arasında oynanan Şampiyonlar Ligi finali hem de Yunanistan’ın 1-0’lık galibiyetler serisiyle kazandığı Avrupa Şampiyonası, büyük takımlar için bir kâbus niteliğindeydi. Özellikle bu iki finalde de bir underdog hikayesi yaratılamaması, zira mağlup olan rakipler de Avrupa’nın devleri arasında değildi, futbolun devleri için büyük bir mağlubiyetti. Süper Lig hayallerine, yani büyüklerin kaybetme riskini bile almayacağı bir birliğe, giden yolda 2004 önemli bir dönüm noktası oldu. Her mevkiinin mümkün olan en yetenekli şövalyeyle doldurulduğu Los Galacticos yıllarından, futbolcuların anonimleşerek bir makinenin dişlilerine dönüştüğü tiki taka yıllarına geçiş böyle başladı. Best’lerden Beckham’lara uzanan, Türkiye’de de Televole gibi şovlarla temsil edilen, saha dışında da yıldız ya da celebrity olan futbolcular dönemi de böylece sona erdi. Futbolcular önce şanından, sonra onları biricik kılan yeteneklerinden arındırıldı. O kadar ki maç sonu röportajlarında bile aynı cümleleri söyleyen futbolcular artık fütüristik şiirleri andırıyordu: “trrrrum, trrrrum, trrrrum! trak tiki tak!” Böylece Nâzım Hikmet de tiki takanın gizli isim babası oldu.
Fransız Devrimi’ni öngörürcesine piyonları savunan François-André Danican Philidor, şu meşhur sözüyle hatırlanır:
“Piyonlar, satrancın ruhudur!”
Philidor, satranç tahtasının dayattığı hiyerarşiye rağmen, oyunun en basit ve feda edilebilir görülen parçalarını oyunun merkezine almıştır. Fransız toplumunun da kısa bir süre sonra fark edeceği gibi şahları devirmenin yolu, piyonları örgütlemektir. Guardiola’nın futbol sahasını Philidor’dan farksız görmediği açık. Fakat o, Philidor’un piyonlara bahşettiği eşitliği tersine çevirir ve anlı şanlı şövalyeleri birer piyona çevirir. Öyle ki, on kişilik Chelsea’ye karşı bir gol atsa finale çıkacak takımın oyuncuları, son dakikalarda bile topu bir sağa bir sola döndürecek ve kendi yeteneklerine ihanet edeceklerdir. Guardiola yeteneklerden doğacak zafiyeti elemine ederken, yazılabilecek destanlara da sırtını döner. Tek arzusu sahadan gelecek makine seslerini duymaktır. Bu yüzden 5-0 kazandığı bir maçta sinirlenebilir, çünkü makinesi istediği gibi çalışmamıştır. Aynı şekilde kaybettiği bir maçtan sonra son derece sakin olabilir çünkü işler onun için yolunda gitmiştir. En nihayetinde o, arzu ettiği Leviathan’ı yaratmıştır.
Hobbes’un Leviathan’ı, altındaki insanların eşit ve korkusuzca yaşadığı ve uzun vadede herkes için onurlu bir yaşamı garanti eden devleti betimlemek için kullanılan bir metafordu. Pep kısa vadeli ve şans eseri kazanımlardansa uzun soluklu ama kolektif olarak paylaşılması gereken bir ihtişamı vaat ediyordu. Manchester City ise Bayern ve Barcelona’nın aksine bu iş için biçilmiş kaftandı. Yabancı sermaye etkisiyle kendi kulüp geleneklerini sürdürmeyi değil halkla ilişkiler faaliyeti olarak galibiyeti isteyen sermayedarın altında Pep, büyük yıldızlardan ve onlardan da büyük kulüp hassasiyetlerinden kurtulup bir lego seti gibi kurdu City’yi. Fakat Hobbes’un vurguladığı gibi doğa durumu ancak devletler için ortadan kaldırılabilirdi. Bariz bir muktedirin olmadığı uluslararası ilişkilerde doğa durumu devam ederdi. Tam da bu noktada Klopp’un başlattığı blitzkrieg, Pep’i tatlı rüyalarından uyandırdı. Net bir 9 numara arayışına girmesinin yanı sıra, sahadaki mekanizasyonu azaltması için Mahrez’e bazı özgürlükler tanıdı. Hatta ligdeki son Liverpool maçında uzun topları ana planı yaptı. Klopp’un yarattığı tehdit, Guardiola için post-fordist dönemi başlattı.
City’yle hem mükemmelleştirdiği hem de dönüştürerek keskinleştirdiği oyun, yine de Guardiola’nın bütün sorunlarını çözmedi. Pep, son on yılda yalnızca bir kere Şampiyonlar Ligi finaline ulaştı. Uluslararası arenada Leviathan hayatta kalamadı. Doğa durumu, çetin şartları altında herkesi eşitlemeye devam ediyordu.
Guardiola, Şampiyonlar Ligi’ndeki hayal kırıklıklarına rağmen hegemonya alanında mutlak bir galibiyet aldı. Onun futbol anlayışı, saha görüşü, oyun kurgusu ve hatta oyunun ne olduğu hakkındaki fikirleri hepimizi esir aldı. Bir futbol sahasına baktığımızda üç boyutlu bir alandansa, onun dijital ortamdaki iki boyutlu temsillerini görür olduk. Hatta maçların sadece tepe görüntüsünü izlemek isteyecek futbolseverlerin sayısı bile arttı. Yorumcuların, Manchester City’nin “mutlak dominasyonu”na rağmen üç gol atabilen Real Madrid’i anlayamayışının sebebi de tam olarak bu. Oyunu Guardiola’nın penceresinden görüyorken oyunda yorumlanabilecek tek şey, Guardiola’nın oyununun Guardiola’nın oyun anlayışına ne kadar uygun olduğudur. Halbuki Pep’in oyun anlayışı mevcut futbol paradigmalarından yalnızca birisi. Elbette Real Madrid’in geleneksel oyunu, bu perspektifle anlaşılamaz.
Öncelikle Pep’in oyununun ana karakteriyle başlayalım. Pep’in, oyunu domine etmesi diye anlatılan oyun, esasında garanti pozisyonu bulana kadar atakları sonlandırmamaktan oluşuyor. City, oyunun büyük bir bölümünü kalecisinden aldığı topu başarılı paslarla rakip kaleye yaklaştırmaya çalışarak oynuyor. Başarılı pas sayısını arttıran şey, pas istasyonlarının fazlalığı olduğundan takım kompakt bir şekilde yavaş yavaş ileri gidiyor. Rakip takımlar kendi ceza sahası üzerinde kalabalıklaştıkça topu tehlikeli bölgeye indirmek zorlaştığından ve City takım olarak çok önde olduğu için topu kaybetmek istemediğinden, ikinci ve üçüncü bölge arasında hazırlık pasları yapmak, City’nin oyununun büyük bir bölümünü oluşturuyor. Çok kaliteli ayaklara sahip olmalarına rağmen driplingleri ve yaratıcı pasları oldukça az sayıda deneyen City’nin oyunu bu anlamda muhafazakâr bir oyun. Pep’in ideal oyunu topa yüzde yüz sahip olmak olarak düşünülebilir, zira top hep sizde olursa gol yemezsiniz. Bu da City’nin oyununun, özünde ne kadar defansif olduğunu ve “City dominasyonu” diye tarif edilen oyunun nasıl da 2004’teki gibi küçük takım zaferlerine tahammülünün olmadığını gösteriyor. Yine de Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim etmeliyiz. Zira Pep, Barcelona’da yaptığının aksine, oyununa yeni sürprizler katabiliyor. Bu bazen Ederson’un eliyle attığı elli metrelik bir pas olurken bazen de De Bruyne’nin kafa vuruşu olabiliyor.
Real Madrid ise adının önündeki kraliyet takımı simgesini gururla taşırcasına bir hiyerarşi oyunu oynamakta ısrar ediyor. Real Madrid’de şahlara, vezirlere, kalelere, fillere ve atlara her zaman yer var. Hatta Madrid’de şahlar ve vezirler değil şah ve vezir pozisyonları var. Eğer futbolcu yetenekleri ve liderlik özellikleriyle bu pozisyonu alabiliyorsa o pozisyonu doldurabiliyorlar. Bu yüzden Ronaldo takımdayken yardımcı oyuncu rolünü üstlenen Benzema, şahın takımdan ayrılmasıyla bu liderlik pozisyonuna geçebiliyor. Oyuncular sadece yetenekleriyle konumlandırılmıyor, Madrid’in şematik oyunu tarafından belirleniyor. Real Madrid’in oyununu bir satranç tahtası üzerinde tarif etmek güç, zira her şeyden önce Real Madrid’in oyunu üç boyutlu. Bir tepe kamerasıyla Real Madrid’i anlamak veya bir gazete köşesindeki kötü yeşil boyanın üstüne daha da kötü bir kırmızı boyayla basılmış iki boyutlu yuvarlaklarla bu oyunu temsil etmek mümkün değil. Real Madrid daha çok Güneş sistemine benziyor. Madrid; kimisi daha büyük, kimisi daha küçük ama hepsinin kendine özgü nitelikleri olan ve asimetrik ama uyumlu gezegenler gibi hareket ediyor. Los Galacticos adına yaraşır bir şekilde. Madridli oyuncular, daha büyük gezegenlerin daha kuvvetli bir çekim kuvveti uygulaması gibi sahayı büküyor ve çevresindeki gök cisimlerinin hareketlerini belirliyorlar. Eskisi gibi her mevkiyi süper yıldızlarla doldur(a)madıklarından, Modric ve Benzema başta olmak üzere bazı mevkilerin oyundaki ağırlıkları artıyor.
Manchester City her oyuncusunu bir ortalamaya yaklaştırarak yükselmeyi tercih ederken, Madrid’in oyun tarzı standart sapmalar üzerine kurulu. Madrid hiçbir zaman mükemmel bir atak pozisyonu yaratmaya çalışmıyor. Sıradan pozisyonlarda topu standardın çok üstünde futbolcularla buluşturarak fark yaratmayı hedefliyorlar. City, mükemmel bir pas açısını bulduğu anda top ayağında olan futbolcunun belli bir standartta top kullanmasını bekliyor. O yüzden bütün oyun, o mükemmel ânı yakalamayı ve o ânı bulduğunda hata yapmamayı bekliyor. Madrid ise futbolcusuna mükemmel bir pas ya da şut açısı vermeye çalışmaktansa büyük futbolcularının akıl almaz paslar ve şutlar atmasını bekliyor.
Madrid’in ilk maçta City karşısında bulduğu iki gol, iki takımın oyun anlayışlarını ve maça yaklaşımlarını ortaya koyması açısından önemli. İlk gole bir tepe kamerasından bakıldığında City’nin şahane bir kaymayla bütün kanalları kapattığı ve gelecek bir ortayı rahatlıkla savunabileceği görülüyor.
Fakat Real Madrid’in oyun özelliği de tam da böyle anları değerlendirmek üzerine kurulu. Gol beklentisi 0.05 olan noktadan Benzema çok usta işi bir vuruşla Real Madrid’in ilk golünü kaydediyor. Zinchenko’nun bu anda herhangi bir suçluluk hissetmediği ve görevini tam olarak yapmış olmanın verdiği gururu taşıdığı bile düşünülebilir. Halbuki Guardiola oyuncusu olmayan her futbolcu bu anda Benzema’nın en azından dengesini bozmak için fiziksel bir mücadele gösterirdi. Zinchenko ise sadece durması beklenen yerde durup City oyununa hizmet etmeyi tercih etti. Real Madrid, savunmada dağınık başladığı maça hücum hattındaki standart sapması yüksek golcüsüyle ortak oldu.
Fabien Borne
İkinci Madrid golü ise City oyuncularının zannedildiği kadar makineleşmediğini gösterdi. Fernandinho’nun yediği çalımın ardından Guardiola için pozisyon bitmişti ve üzüntüyle kendini yere attı. Zira onun kurguladığı oyun gol yediğinde değil okçular tepeleri terk ettiğinde bitiyordu. Pozisyonun devamında Benzema’nın özgül ağırlığı, aslında Vinicius’u kapatması gereken Laporte’u kendi yanına çekti. Vinicius’a ise Benzema’nın çekim kuvvetinin yarattığı boşluklara sızmak kaldı.
İki gol de Real Madrid’in oyunu açısından şans faktörüyle açıklanabilir goller değil. Forma ağırlığı ya da genler de bu oyunu açıklayamaz. Maçta gördüğümüz tam da Real Madrid’in, tiki taka en güçlü durumdayken bile oynamakta ısrar ettiği oyundu. Piyonlar da diğer taşlar da yerlerinde ve kendi ağırlıklarınca oynadıkları için güçlüydüler. Hatta Madrid’in Ramos’a eş değer bir savunma lideri olsaydı, 4 golü savunmakta bile daha başarılı olabileceğini ve Etihad’dan daha avantajlı bir skorla dönebileceğini hayal etmek zor değil. Dünyadaki pek çok hoca, Zinchenko’yu Benzema’yla eşleştirmemek, artık atletizmini çoktan kaybetmiş Fernandinho’yu Vinicius’un insafına bırakmamak için planlar yapar, Modric’i izole etmek için daha büyük çaba harcardı. Guardiola ise piyonlarından nerede oynarlarsa oynasınlar aynı kalitede performans vermelerini bekledi. Doğru açıları kapatırlarsa, doğru pozisyonları alırlarsa rakiplerinin de kendileri gibi belli kalıplara sığacağını ve en nihayetinde doğru oyunun yanlış oyunu yeneceğini düşündü. Halbuki feodal La Mancha’nın, Los Galacticos dağıldıktan sonra bile şövalye kalmaya ant içmiş Don Quijote ruhlu kahramanları, makinelere geçit vermemeye kararlıydı.
İşte ikinci maça bu “anlaşılmaz,” asimetrik ve biraz da hayalperest oyunuyla geldi Madrid. City, santrada topu tek pasla Ederson’a gönderdi ve Benzema yarı sahayı geçerek baskıya gitti. Ederson Cancelo’ya, o da topu Foden’a attı. Carvajal, içeri kıvrılan Foden’ı tutarak yere indirdi. Daha maçın ilk saniyelerinde iki takımın da oyununu anlatan mükemmel bir sekans yaşanmıştı. City santra noktasındaki topu bile kalecisine göndererek ezberindeki oyunu oynamaya çalışacak, Benzema ön alan baskısını yönetecek ve Real Madrid, City makinesinin işleyişini bozmak için fiziksel mücadelenin dozunu arttıracaktı. City, ilk maçta 90 dakikada ulaştığı pas sayılarına, ikinci maçta 120 dakikada ulaşabilirken, pas isabetinde de geriledi. Bunda oyunun belli bölümlerindeki tercihlerinin yanı sıra Ancelotti’nin planının da etkili olduğuna şüphe yok. Real Madrid ilk maça oranla hem faul sayısını arttırarak rakibin oyununun işlerliğini bozdu hem de yer yer sinirlerin gerilmesini sağlayarak oyunun duygusal yoğunluğunu City aleyhine arttırdı. Yine de iki takımın da sonuca gidişini alışık oldukları oyun değil, ne kadar esnek oldukları belirleyecekti.
İlk on beş dakikada normalden daha fazla uzun topa başvuran City, Klopp’un ilk dönemindeki Liverpool’a benzeyen, yoğun bir ön alan baskısıyla top kazanıp skora gitmeyi denedi. Fakat önde kazandıkları topları hızlıca kaybedip kontra ataklara sebebiyet verdiler. Hem Benzema hem Vinicius bu anlarda buldukları şansları değerlendiremeyerek standart sapma oyununun gereklerini yerine getiremediler. Aksine, savunmada problemler yaşayan ve savunma lideri eksikliği çeken Madrid, bu dakikalarda oyunu kaybetmemesini savunmasının başarısına borçluydu. Savunmanın yetersiz kaldığı anlarda ise Courtois yine bilindik üst düzey kurtarışlarıyla Madrid’i oyunda tuttu. Maçın ilginç sekanslarından birisi otuz dokuzuncu dakikada geldi. City, Ederson’un uzun topunu indirip ikinci dokunuşta Foden’la ceza sahası dışından bir şut denedi. Courtois’nın kurtarışının ardından ön alan baskısına rağmen ayağa paslarla çıkmakta ısrar eden Madrid oldu ve sağda başlattıkları atağı solda Vinicius’la bitirdiler. Bu sekans adeta iki takımın birbirlerinin geleneksel oyunlarını taklit ettikleri ve iki teknik direktörün taktik esnekliklerini gösterdiği bir bölümdü. İki takım da heybesinde birden fazla oyun planı taşıyordu ve her an uygulamaya hazırlardı.
İkinci yarının santrasındaki organizasyonla gösterdiği üzere Real Madrid baskıyı arttırıp, daha fazla adamla rakip sahaya geçmeyi ve sol kanattan başlatacağı ataklarla işi bitirmeyi planladı. Bu anlarda Valverde’nin hücuma katkı verememesi, Vinicius’un ilk dokunuşlarındaki yetersizliği ve Benzema’nın City tarafından izole edilmesi Madrid’in sonuca gitmesini engelledi. KDB’nin yerine İlkay’ı oyuna süren Pep, değişikliğinin karşılığını hemen aldı ve İlkay’ın ikinci bölgedeki baskıyı kıran pası golle sonuçlandı. Ancelotti, radikal bir kararla maça başladığı üç orta saha oyuncusunu da oyundan alıp yerlerine teknik kapasitesi zayıf ama daha atletik olan oyuncuları aldı. İlerde yalnız kalan Vinicius ve Benzema’yı da sağda Rodrygo’yla destekleyerek Madrid hücumuna genişlik kazandırdı. Bu dakikadan sonra plan, geleneksel oyununa dönecek olan City’nin top çevirmesini engellemek ve kazanılan topları Camavinga’nın driplingleriyle rakip alana taşımaktı. Guardiola ise pas oyununa dönerken Grealish’i yaratıcı oyuncusu olarak oyuna alarak oyununa çeşitlilik katmayı tercih etti. Bir süre sonra da gol atmasına rağmen etkisiz olan Mahrez’i kenara aldı. Grealish kendisinden beklenilen yaratıcılığı oyuna getirmesine rağmen maçın son anlarında Real Madrid savunması ve kalecisi ekstra bir efor göstererek mutlak golleri engelledi.
Golden sonra City yavaş yavaş en iyi bildiği oyuna döndü. Maçın 87. dakikasında iki kez mutlak şansları değerlendiremeyen Grealish de aldığı topları yana ve geriye oynayarak ön alanda topa sahip olarak savunma yapma pratiğine kesin dönüşü tamamladı. Bu dakikadan sonra City zamanı eritecek ve top kaybetme riskini almayacaktı. Halbuki maç boyunca pek çok farklı stilde oyunu tutmayı başaran City için en zayıf an, mekanik futbola döndükleri andı. Kroos, Modric ve Casemiro üçlüsünü kenara alarak tam da bu ana hazırlanmış olan Ancelotti’nin, bu dakikalarda imkânsız görev için ellerini ovuşturmaya başladığını hayal etmek güç değil. Diri ve atletik oyuncularıyla rakibi bozup atağı başlatan Madrid, önce Asensio’yla gole yaklaştı. Ardından ortada izole edilen Benzema kendisini sola atıp Camavinga’ya koşu yoluna pas atması için işareti verdi ve hazırladığı pozisyonla City için sonu başlattı. Sadece iki dakika sonra Rodrygo yeniden sahneye çıkarak City’yi bir doldur boşalt oyununda ikinci kez mağlup etti. Don Quijote’nin salvoları bu sefer yel değirmenlerinin canını yakıyordu.
Maç uzatmalara giderken moral üstünlüğü eline geçiren Madrid için oyunun tamamen değişme vakti gelmişti. Ancelotti, Benzema dışındaki bütün özel taşlarını piyonlarla takas etmişti. Benzema’nın penaltı pozisyonu gelirken City’nin ön alan baskısını imkânsız kılacak kadar genişleyen Madridli piyonlar, orta sahayı kolaylıkla geçip rakip sahaya girdiler. Maçın başında itibaren kafasını bile kaldırmadan topu Benzema’ya oynayan oyuncular bu sefer beklediklerini almıştı. Benzema’nın muhtemel tekte vuruşunu engellemek için topa yatan Diaz, Benzema’ya rahatlıkla alabileceği bir penaltıyı armağan etti ve Benzema yine bir Real Madrid şövalyesine yaraşır bir özgüvenle çıkması mümkün olmayan bir penaltı attı. Ne genler ne forma ağırlığı ne de başka bir metafizik açıklamaya yaslanmayan Ancelotti son şövalyesini de kenara alarak sadece piyonlardan kurulu takımıyla son yirmi dakikaya girdi. Bundan sonra moral olarak gerilediği için bozulan City makinesi bir ceza sahasına orta dışında pozisyon üretemedi. İkinci uzatma devresinde ise gol beklentisi dahi yaratamadı. Toplamda 4.38 gol beklentisinden 5 gol çıkaran City, 4.28 gol beklentisinden 6 gol çıkaran Madrid’e elendi. Tecrübeli boğa, matadorun hilelerine kanmayıp stadını bir arenaya çevirmeyi ve tozu dumana katmayı bildi.
İki maç bize yeniden City’nin oyununun Guardiola’nın oyun felsefesinin en iyi örneği olmasına rağmen, futbolun tek üstün oyun şablonu olmadığını gösterdi. Hobbes’un uluslararası hukuk doktrininde olduğu gibi doğa durumunda takımlar birbirinin kurdu olmaya devam etti. Tuchel, Klopp, Conte, Guardiola, Bielsa gibi hocaların oyunları farklı derecelerde yatay bir örgütlenmeyi temsil etse de Ancelotti, Manchini, Zidane gibi hocalar son yıllarda tekrar tekrar hiyerarşik bir futbol düzeninin de zamanının geçmediğini gösterdiler. Oyunu anlamak için kullandığımız paradigmalardan birini diğerlerinden daha üstün görme yanılgısına düşsek de neticede sahaya çıkıldığında bütün büyük paradigmalar güçlerini hâlâ koruyorlar. Özellikle eşleşmenin ikinci ayağının gösterdiği üzere futbolda fordist dönem kapandı. Taktik esnekliği sergileyebilen post-fordist yapının zamanı geldi. Guardiola da bundan uzakta değil. Makinesinden tavizler vererek Sterling, Grealish, Mahrez gibi oyunculara zaman zaman açtığı alanı şimdi bir dokuz numaraya açma zamanı geldi. Bu eklemeyi yaptığında oyununu daha da tehditkâr hale getireceğine şüphe yok. Real Madrid’in ise kendisine kanıtladığı gibi galaktik transferler hâlâ iş yapıyor. Don Quijote’lerine doğru yaverleri buldukları ve taktik esnekliği gösterdikleri sürece geleneksel oyunlarından vazgeçmek için hiçbir sebepleri yok.