Sahnedeyim, Öyleyse Varım
17. yüzyılın ilk yarısında bir şömine karşısında mayışmış miskin bir filozof düşünüp duruyordu. Emin olabileceği tek bir şey arıyordu. Düşüncelerini toplamak için yıllar yılı yaban ellerde gezmiş durmuştu. Tek bir soruya cevap verebilmekten fazla bir derdi yoktu. Varlığından şüphe edemeyeceği tek bir nirengi noktası peşindeydi. Ellerini gözlerinin önüne kaldırıyor ve bunların var olduğundan nasıl emin olabileceğini sorguluyordu. Her şeyi ama her şeyi sorguya çekiyor ve bütün bunların bir düş olmadığına inanmaya çalışıyordu. Belki de bir tımarhanede elleri zincirlerle paslı bir direğe bağlanmış düpedüz bir deliydi ve “Evreka!” diye bağırırsa hemşireler odasına hücum edecekti.
Ondan çeyrek asır evvel matrak bir İngiliz, tiyatro sahnesine bir deli fırlattı. Babasının kaybıyla ve kıçına layık tahtının kendisinden çalınmasıyla gün be gün aklını kaybeden bu deli, İngiliz halkını büyülemişti. Üstelik bu kıvrak zekalı ve üstün belâgatli İngiliz yazarın mucidi olduğu tek deli karakter de bu Danimarka Prensi değildi. Sahnesinde soylu deliler kadar çılgın aşıklar ve hatta eşekler bile bulunurdu. Politik çekincelerden de olsa gerek, sahneye atılan deliler çoğunlukla başka milletlerin delileri olurdu.
17. yüzyıl işte böyle başlamıştı. Fransızlar küçük odalarında var olmak için kendilerini paralarken İngilizler sahneye attıkları delilere gülüyor ve seyirci olmanın tadını çıkarıyorlardı. Sahne bir İngiliz icadı değildi. Modern çağın en büyük sahne sanatlarını da İngilizler icat etmedi. Fakat İngilizler, Shakespeare sayesinde kendilerini seyirci olarak icat ettiler. Artık sahneyle kendileri arasındaki farkı çok iyi biliyorlardı. Sahnelenmek tatsız bir şeydi. İnsan dizini kırıp oturmalı ve olaylara tanıklık etmenin konforunu yaşamalıydı. İngilizler koltuklarında öyle gamsızca oturuyorlardı ki Shakespeare en sonunda sahneye bir ayna çıkarıp “Anlatılan sizin hikâyenizdir,” demek zorunda kaldı.
İngilizlerin mabatları rahatına ermişken, Descartes meşhur formülünü bulup yerinden fırlamıştı bile. Descartes artık vardı. Var olmanın dayanılmaz hafifliğiyle fikirlerini kaleme alıp halkla paylaşmaya karar verdi. Neredeyse. Zira Descartes’ın zamanında Fransızca henüz icat edilmemişti. O da fikirlerini Latince bilenlerle paylaştı. Descartes var olduktan bir buçuk asır sonra “Liberté, égalité, fraternité” kelimeleriyle birlikte Fransızcanın icadı vuku buldu.
Fransızlar sahnenin korkutuculuğundan bihaberdi. Hatta sahnelenmeyen bir şeyin varlığına bile inanmazlardı. Descartes var olmayı böyle hayal etmemişti. Descartes’in çekingen var oluşu yerini; adeta tiyatro sahnelerinde, meydanlarda gümbürtüyle yankılanan yüksek sesli bir Fransız var oluşuna bırakmıştı. 20. yüzyılın ortalarında bir grup Fransız genci kokteyllerini yudumlayıp kahve köşelerinde var oluşu yeniden sorgulayıncaya dek de bu böyle sürecekti.
Eugène Delacroix meşhur tablosunu tam da bu hissiyatla çizmişti. İngilizlerin seyirci olduğu hayat sahnesinde Fransızlar oyuncuydu. Bir kadın, hayat sahnesindeki temsiline o kadar inanmıştı ki ortaya saçılan memelerini toplamak gibi gündelik çekincelerle meşgul olamazdı. Sahneye çıkmak, sahnede olmak, sahnelenmek; var olmanın ta kendisiydi. Fransızlar intikamlarını meydanlarda alırdı; bazen kendi çocuklarını giyotin marifetiyle yiyerek bazen de Nazi subaylarıyla gezen kadınların saçlarını keserek ama hep meydanlarda kalarak. Bu yüzden Paris’i sessizlikle teslim etmenin utancının üstesinden ancak Nazileri gürültüyle kovarak gelmişlerdi.
Büyük sahneler büyük olaylara teşnedir. Bu yüzden Fransızlar, hayatı da ancak ve ancak bir devrim keskinliğinde anlayabilir. Seyirci bir İngiliz, kaptanın seyir defterine minicik değişimleri kaydedip onlardan büyük anlamlar çıkarabilir. Tam da Charles Darwin’in yaptığı gibi. Darwin’in teorisi en nihayetinde yavaş, sakin ve derinden bir değişimin kavrayışıdır. Her şey olacağına varır. Üç vakte kadar türler başka türlere evrilir. Ama gözün görebildiği, insan ömrünün yettiği sürede her şey aynı kalır. İskoç Aydınlanmacılarına göre her şey çok güzel olacaktır. Ama zamanla. Fransızlar o kadar sabırlı değildir. Evrime değil devrime inanırlar. Bu inanç öyle güçlüdür ki neredeyse yirminci yüzyılın başına kadar Fransızların biyologları bile Darwin’e inanmaz. Fransız pozitif bilimlerine, evrim teorisi hakkında mutlak bir sessizlik hakimdir.
Fransızlar evrimi bir kez yenmiştir. Lamarck’ın öğrencisi Étienne Geoffroy Saint-Hilaire, Cuvier’e karşı evrimci fikirleri layıkıyla savunamadığında Fransızlar için sıkıcı ve yavaş değişimlerin teorisine kapılar kapanmıştır. Cuvier’e göre hayatın kökenini en çok büyük değişimler belirlemiştir. Nesiller, Buz Devri veyahut meteor çarpması gibi katastrofilerle son bulur. Adeta insan zihninin yavaş ve tutarlı bir iklim felaketindense kıyamet gibi büyük olaylara inanması gibi, Cuvier de yavaş ve tutarlı bir değişime inanmakta zorlanmıştır. Ancak bu önemli bilim insanına hakkını vermek gerekir. Cuvier ayakları yere basan bir evrim teorisini değil Lamarck’ın biraz da hayalci ve bilimsel temelleri zayıf evrim teorisini reddetmiştir. Yine de onun devasa teorileri Fransızların kalbine daha yakındır. Cuvier, Lamarck ve Saint-Hilarie’i öyle bir mağlup eder ki Charles Darwin çıkageldiğinde sözlerini işitmeye hevesli Fransızlar bulmakta zorlanır. Fransız rasyonelliği bile öyle büyük ve şaşaalıdır ki dünyaya hâkim olmaktan daha azını hedeflemez.
Fransa büyüklüğe de büyülere de açıktır. Vatanından kovulan Mesmer soluğu Paris’te alır. Gazetecilik için Paris’e giden Herzl dünyayı değiştirmek için kolları sıvar. Siyonizm’i kurmak içinse meydanlarda Anti-Semitistlerle düellolara girişmeyi hayal eder. Nörolojinin Napolyon’u olarak anılan Charcot’nun dersleri bir tiyatro sahnesi gibi tasvir edilir. Ayılıp bayılan histerio-epilepsi hastaları, bir izleyici kitlesi önünde sergilenir. Bu dersler o kadar meşhurdur ki yalnızca dünyanın dört bir yanından gelen doktorları değil şairleri, oyun yazarlarını ve sanatçıları da konuk eder.
İngilizler için sahneye çıkmak korkutucudur. Stage fright tam da korkuyu ifade etmek için kullanılır. Fransızlarınsa sahneden korkmak için bir kelimeleri yoktur. Proto-Almancadan ödünç aldıkları trac kelimesini bu işe koşarlar. Trac, Proto-Almancadan gelen trakjaną’nın bir türevidir ve “çekilmek” anlamını taşır. Çünkü Fransızlar sahneye çıkmaktan korkmaz. Onlar zaten sahnededir ve oradan ancak çekilebilirler.
Sihirbazlığı bir sahne sanatı haline getirerek ünlenen, modern sihrin babası olan Jean-Eugène Robert-Houdin, otobiyografisinde artık sahnede olmamaktan yakınır. Emeklilik yıllarını eşi ve çocuklarıyla geçirmekten son derece mutlu olsa da her akşam saat sekizi vurduğunda duygulanır. Zira uzun yıllar saat ne zaman sekizi vursa perdeler açılmış ve Robert-Houdin seyircisine kavuşmuştur. Her gece tekrar tekrar hüzünlenmekten bunalan büyük usta kendince bir oyun icat eder ve otobiyografisini kaleme almayı sahneye çıkmak olarak düşünür:
“Bu duygular ve hatıralar benim için acı verici değil, hatta onları büyük bir zevkle hatırlıyorum. Bazen bu hatıraları uzatmak için kendimi zihnimde sahneme ışınlıyorum. Eskisi gibi çanı çalıyor, perdeleri kaldırıyor ve seyircilerimi tekrar görüyorum ve bu tatlı illüzyonun cazibesi altında seyircime profesyonel hayatımın en çarpıcı anlarını anlatmanın tadına varıyorum. Onlara insanın mesleğini nasıl öğrendiğini, envai çeşit zorluklarla nasıl mücadele ettiğini ve hatta—
Ya da bir dakika, neden bu kurguyu gerçeğe çevirmeyeyim ki? Her gece saat sekizi vurduğunda performansıma başka bir formda devam edemez miyim? Seyircilerim okurlarım olmalı ve sahnem de kitabım.”
Robert-Houdin’in fevkalade bir üslupla tarif ettiği üzere bir Fransız için kitap yazmak bile bir performans haline gelebilir. Bir odada yalnız başına oturup saatlerce “Nasıl var olurum,” diye düşünen Descartes’ı hatırlayın. Bir de odasında ailesiyle en mutlu saatlerini geçirirken bile “Nasıl olur da var olmam,” diye hayıflanan Robert-Houdin’e bakın. İşte iki yüzyıl sonra Fransızların halet-i ruhiyesinde değişen şey tam da budur. O yüzden olsa gerek, Gösteri Toplumu kitabını yazmak da bir Fransız’ın aklına gelmiştir.
Ama Robert-Houdin’in sözlerine biraz daha dikkatli bakın. Zira Robert-Houdin yalnızca bir Fransız değildi. O, bambaşka bir cemiyetin daha üyesiydi. Yalancılık, üç kâğıt, dolandırıcılık, el çabukluğu, kaybetme, geri getirme, kaybolma, havaya yükselme, zihin okuma, şaşırtmaca, hile, hokkabazlık ve daha bir sürü fenalıkla anılan bir grubun üyesiydi. Bunlar adamı suya götürür ve suyunu şaraba dönüştürürdü. Robert-Houdin bir sihirbazdı. Komikti, eğlendirmeyi iyi bilirdi. Usta bir saatçiydi. Tahsilli bir mühendisin ağzını açık bırakacak otomatonlar icat edebilirdi. Bütün bu ustalığın arkasında ise en büyük becerisi yatıyordu. Robert-Houdin, soğuk kanlılıkla çok iyi yalan söylerdi. Burada her sihirbazın yaptığından daha fena bir şey yoktu. Zira sihirbazın seyircisi, kendisine yalan söyleneceğini bilir ve bunu kabul eder. Tıpkı sinema seyircisinin hatta her türlü sanat formunun seyircisinin kandırılmaya razı olması gibi. Fakat Robert-Houdin bütün yalanlarını seyircisinin rızasına dayanarak söylememişti.
Robert-Houdin’in otobiyografisini çeviren Lascelles Wraxall, çevirisinin ön sözünde okurlarına kitabı neden tam anlamıyla İngilizceye çeviremediğini şöyle anlatıyordu:
“Kitabı baştan sona İngilizceye aktarmak benim için çok kolay olurdu; ama böyle yapsaydım çeviri dünden kalma bir şampanya kadar tatsız olurdu gibi hissediyorum. Bana göre kitabın en büyük esprisi, Houdin'in kendi misyonuna olan şiddetli inancıdır ve hiçbir İngiliz kendisi hakkında bu kadar hoşnut bir tonda yazamaz. Önde gelen sihirbazın, balığı zamanında gelmediği için kılıcının üzerine atlayan Vatel’le aynı duyguları paylaştığına eminim.”
Fransızların duygularına İngilizcede karşılık bulamayan Lascelles Wraxall, önsözünün sonuna şöyle bir ekleme yapıyor:
“Şunu da eklemeden edemeyeceğim; en nihayetinde pek çok İngiliz de kendilerinin üstün yeteneklerine aynı derecede inanır ama onlar bu inançlarını Robert-Houdin kadar naifçe söylemezler.”
Wraxall burada ölümcül bir hata yapıyor. Muhtemelen aylarını harcayarak çevirdiği kitap sayesinde Robert-Houdin’le bir duygudaşlık kuran çevirmen, masanın üstündeki mektubu göremiyor. Robert-Houdin pek çok şey olabilir ama asla ve asla naif olamaz. Bir Fransız pek âlâ naif olabilir. Ama bir insan hem sihirbaz hem de Fransız ise naif olmaya hakkı yoktur. Ancak sizi naif olduğuna inandırabilir. İşte sihirbazların misdirection ya da yanlış yönlendirme dediği şey tam da budur. Peki Robert-Houdin’in bir sahne gösterisi olarak tertip ettiği otobiyografisi başlı başına bir yanlış yönlendirme olabilir mi? Hiç şüphesiz sahne adını Robert-Houdin’den alan Harry Houdini böyle düşünüyor ki Robert-Houdin’in Maskesini Düşürmek kitabını yazdı. O da bir başka yazının konusu.